Devlet Hastanesi Malpraktis Tazminat Davası

Devlet Hastanesi Malpraktis Tazminat Davası

Devlet hastanesinde bir doktor hatası (malpraktis) nedeniyle zarar mı gördünüz? Tazminat hakkınız olduğunu biliyor muydunuz? Bu tür durumlarda davanın doğrudan doktora değil, devletin kendisine karşı açıldığını ve sürecin idari yargıda işlediğini unutmayın. Devletin 'hizmet kusuru' sorumluluğundan, dava açma sürelerine, zorunlu başvuru yollarından emsal mahkeme kararlarına kadar tüm detayları bu yazımızda bulabilirsiniz. Haklarınızı öğrenmek ve hukuki süreci anlamak için okumaya devam edin.

Devlet Hastanesinde Malpraktis: Hukuki Sorumluluğun Temeli ve Taraflar

Devlet hastaneleri ve üniversite hastaneleri gibi kamu sağlık kuruluşlarında sunulan sağlık hizmeti, Anayasa ile güvence altına alınmış bir kamu hizmetidir. Bu hizmetin sunumu sırasında meydana gelen tıbbi hatalar, yani malpraktis vakaları, özel hukuk rejiminden farklı olarak idare hukuku prensipleri çerçevesinde ele alınır. Hastaların veya yakınlarının bu süreçte haklarını doğru bir zeminde arayabilmeleri için, sorumluluğun hukuki temelini ve davanın kime karşı açılması gerektiğini bilmeleri hayati önem taşır. Yaygın kanının aksine, devlet hastanesindeki bir doktor hatasından kaynaklanan tazminat davası doğrudan doktora değil, devletin ilgili kurumuna yöneltilmelidir.

İdarenin 'Hizmet Kusuru' Sorumluluğu

Devletin, kamu hizmetlerini yürütürken ortaya çıkan zararlardan doğan sorumluluğu, "hizmet kusuru" ilkesine dayanır. Hizmet kusuru, idarenin yürüttüğü bir kamu hizmetinin;

  • Kötü işlemesi (yanlış teşhis, hatalı tedavi, ameliyatta yabancı cisim unutulması, yetersiz bakım),
  • Geç işlemesi (acil müdahalede gecikilmesi, tanının geç konulması),
  • Hiç işlememesi (hastanın kabul edilmemesi, gerekli müdahalenin yapılmaması)

gibi durumlarda ortaya çıkar. Sağlık hizmeti de bir kamu hizmeti olduğundan, bu hizmetin sunumundaki her türlü aksaklık, eksiklik ve hata, idarenin hizmet kusurunu oluşturur ve tazminat sorumluluğunu doğurur.

Tıbbi malpraktis, bu noktada hizmet kusurunun en somut örneklerinden biridir. Türk Tabipler Birliği Hekimlik Meslek Etiği Kuralları'nın 13. maddesi, malpraktisi (hekimliğin kötü uygulaması) açıkça, "bilgisizlik, deneyimsizlik ya da ilgisizlik nedeniyle bir hastanın zarar görmesi" olarak tanımlar. Devlet hastanesinde görevli bir hekimin bu tanıma uyan bir eylemi veya ihmali sonucu hasta zarar gördüğünde, bu durum bireysel bir hata olmaktan çıkar ve hizmeti sunmakla yükümlü olan idarenin organizasyonel bir kusuru olarak kabul edilir. Devlet, sağlık hizmetini gerekli standartlarda, nitelikli personel ve yeterli donanımla sunmakla yükümlüdür. Bu organizasyondaki herhangi bir zafiyet, hizmet kusurunu teşkil eder.

Davanın Yöneltileceği Taraf: Doktor mu, İdare mi?

Devlet hastanesindeki bir malpraktis vakasında hastaların en sık düştüğü yanılgı, davanın doğrudan hatayı yapan doktora karşı açılması gerektiğini düşünmeleridir. Ancak bu, usul ekonomisi ve yasal düzenlemeler açısından hatalı bir yaklaşımdır ve davanın reddedilmesine yol açar. Hukuki sorumluluğun muhatabı, kamu görevlisi olan doktor değil, onun bağlı olduğu idaredir.

Bu kuralın en temel dayanağı Anayasa'nın 129. maddesinin 5. fıkrasıdır. Bu fıkra, "Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, rücu edilmek kaydıyla kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir." hükmünü amirdir. Bu anayasal güvence, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 13. maddesi ile de pekiştirilmiştir. Buna göre, kamu görevlisinin görevini yerine getirirken verdiği zararlardan doğan davalar, doğrudan idareye karşı açılır.

Peki, bu durumda doktorun sorumluluğu tamamen ortadan mı kalkar? Hayır. Anayasa'nın belirttiği "rücu edilmek kaydıyla" ifadesi burada devreye girer. Süreç şu şekilde işler:

  1. Zarar gören hasta veya yakınları, tazminat davasını ilgili idareye (örneğin Sağlık Bakanlığı veya Üniversite Rektörlüğü) karşı İdare Mahkemesi'nde açar.
  2. Mahkeme, idarenin hizmet kusuru olduğuna ve tazminat ödenmesine karar verirse, idare bu tazminatı davacıya öder.
  3. İdare, ödediği tazminatı, kusuru tespit edilen doktora daha sonra açacağı bir "rücu davası" ile geri isteyebilir.

Bu sistem, hem vatandaşın zararının bir an önce devlet güvencesiyle karşılanmasını sağlar hem de kamu görevlisinin keyfi davalara maruz kalmasını engeller. Yargı kararları da bu ilkeyi istikrarlı bir şekilde uygulamaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun K. 2012/25 sayılı kararı, kamu görevlisinin eylemi ile kamu görevi arasında bir bağ kurulabildiği sürece, eylemin kasten veya ihmalle işlenmesinin bir önemi olmaksızın davanın idareye yöneltilmesi gerektiğini net bir şekilde ortaya koymuştur. Benzer şekilde, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin K. 2017/453 sayılı kararı da kamu görevlisinin eyleminin kurumun hizmet kusurunu oluşturduğunu ve davanın doğrudan doktora açılamayacağını, açılması halinde "husumet yokluğu" (davanın yanlış tarafa yöneltilmesi) nedeniyle reddedileceğini vurgulamıştır.

Dolayısıyla, devlet hastanesinde yaşanan bir tıbbi hata nedeniyle tazminat talep edilecekse, davanın davalısı hatayı yapan doktor değil; hastanenin türüne göre Sağlık Bakanlığı veya ilgili Üniversite Rektörlüğü olmalıdır.

İdari Yargıda Tazminat Davası Süreci: Başvuru ve Zamanaşımı

Devlet hastanelerinde yaşanan tıbbi uygulama hataları (malpraktis) neticesinde açılacak tazminat davaları, özel hukuk davalarından tamamen farklı ve kendine özgü usul kurallarına tabidir. Bu süreç, idari yargının yetki ve görev alanına girmekte olup, hak kaybı yaşamamak için öngörülen sürelere ve prosedürlere titizlikle uyulması hayati önem taşır. Anayasa'nın 40/2. maddesi, kişinin resmi görevliler tarafından uğradığı zararın Devletçe tazmin edileceğini güvence altına alarak bu sürecin anayasal temelini oluşturur. Ancak bu hakkın kullanılabilmesi, kanunla belirlenmiş adımların doğru ve zamanında atılmasına bağlıdır.

Dava Öncesi Zorunlu İdari Başvuru

İdari yargıda bir tam yargı davası açılmasının ilk ve en önemli adımı, dava açmadan önce zarara sebep olan idareye yazılı olarak başvuruda bulunmaktır. Bu başvuru, bir seçenek değil, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun (İYUK) 13. maddesi gereğince bir dava şartıdır. Bu şart yerine getirilmeden doğrudan İdare Mahkemesi'nde dava açılması durumunda, dava usulden reddedilecektir.

Bu zorunlu başvurunun amacı, idareye hatasını telafi etme ve uyuşmazlığı mahkemeye taşınmadan çözme imkânı tanımaktır. Başvuru, zarara uğrayan hasta veya yakınları tarafından, zararın ve zarardan sorumlu olan idarenin öğrenildiği tarihten itibaren bir yıl ve her halükârda tıbbi müdahalenin yapıldığı tarihten itibaren beş yıl içinde yapılmalıdır. Bu süreler hak düşürücü nitelikte olup, kaçırılması durumunda dava açma hakkı ortadan kalkar.

Başvuru dilekçesinde;

  • Tıbbi müdahalenin yapıldığı tarih ve yer,
  • Hatalı olduğu düşünülen tıbbi uygulama,
  • Bu uygulama sonucunda ortaya çıkan maddi ve manevi zararlar,
  • Talep edilen tazminat miktarı açıkça belirtilmelidir.

Başvuru yapılacak idari merci, hatanın gerçekleştiği kuruma göre belirlenir. Örneğin, bir devlet hastanesinde yaşanan malpraktis olayı için başvuru T.C. Sağlık Bakanlığı'na, bir üniversite hastanesi için ise ilgili Üniversite Rektörlüğü'ne yapılmalıdır.

Dava Açma Süreleri ve Hak Düşürücü Süreler

İdareye yapılan zorunlu başvurunun ardından, dava açma sürecini başlatan yeni süreler işlemeye başlar. Bu aşamadaki sürelerin takibi, hak kaybını önlemek için kritik öneme sahiptir. İYUK'un ilgili maddeleri bu süreci net bir şekilde düzenlemiştir.

İdare, kendisine yapılan başvuruya 30 gün içinde bir cevap vermek zorundadır. Bu süre içinde idarenin vereceği yanıta göre iki farklı durum ortaya çıkar:

  1. İdarenin Başvuruyu Açıkça Reddetmesi: İdare, başvuruyu değerlendirip tazminat talebini reddettiğine dair yazılı bir cevap verirse, bu ret kararının davacıya tebliğ edildiği tarihten itibaren 60 gün içinde İdare Mahkemesi'nde tam yargı davası açılmalıdır.

  2. İdarenin Cevap Vermemesi (Zımni Ret): İdare, başvuru tarihinden itibaren 30 gün boyunca hiçbir cevap vermezse, bu sürenin sonunda talep zımnen (örtülü olarak) reddedilmiş sayılır. Bu duruma "zımni ret" denir. Davacı, 30 günlük sürenin bittiği tarihten itibaren yine 60 gün içinde davasını açmalıdır.

Burada belirtilen 60 günlük dava açma süresi, hak düşürücü süredir. Bu sürenin geçirilmesi, dava açma hakkının tamamen kaybedilmesine neden olur. Bu nedenle, idari başvuru sonrası sürecin bir avukat aracılığıyla titizlikle takip edilmesi tavsiye edilir.

Ayrıca, Danıştay'ın yerleşik içtihatları, bu sürecin mali sonuçları açısından da önemli bir detayı ortaya koymaktadır. Danıştay 15. Dairesi'nin K. 2015/413 sayılı kararında da belirtildiği üzere, mahkemenin hükmedeceği tazminat miktarına işletilecek yasal faizin başlangıç tarihi, davanın açıldığı tarih değil, zararın tazmini için idareye ilk başvurunun yapıldığı tarihtir. Bu durum, davacının haklarını koruyan önemli bir usul kuralıdır.

Görevli ve Yetkili Mahkeme

Devlet hastanesindeki bir doktor hatası nedeniyle açılacak tazminat davasında doğru mahkemenin belirlenmesi, davanın esasına girilebilmesi için zorunludur.

  • Görevli Mahkeme: Kamu idarelerinin eylem ve işlemlerinden doğan uyuşmazlıklarda görevli yargı kolu idari yargıdır. Bu nedenle, Sağlık Bakanlığı'na veya üniversite rektörlüklerine karşı açılacak malpraktis kaynaklı tam yargı davalarında görevli mahkeme İdare Mahkemeleri'dir. Davanın Asliye Hukuk veya Tüketici Mahkemesi gibi adli yargı mahkemelerinde açılması, görev yönünden reddedilmesine neden olacaktır.

  • Yetkili Mahkeme: Davanın hangi coğrafi bölgedeki İdare Mahkemesi'nde açılacağını belirten kuraldır. İYUK hükümlerine göre, kamu hizmetinin sunulduğu veya zararı doğuran idari eylemin yapıldığı yer mahkemesi yetkilidir. Dolayısıyla, tıbbi hatanın gerçekleştiği devlet hastanesinin bulunduğu yerdeki İdare Mahkemesi yetkili mahkemedir.

Yargı Kararlarında Malpraktis Olgusunun Değerlendirilmesi

Devlet hastanelerinde meydana gelen tıbbi uygulama hatalarına ilişkin tazminat davalarında idari yargı, olayı yalnızca tek bir hekimin bireysel hatası olarak değil, bir bütün olarak kamu hizmetinin sunuluş biçimi üzerinden değerlendirir. Mahkemeler, idarenin "hizmet kusuru" ilkesi çerçevesinde, teşhis ve tedavi sürecinin tıp biliminin güncel standartlarına uygun yürütülüp yürütülmediğini, hastane organizasyonunun yeterliliğini, hastanın aydınlatılma yükümlülüğünün yerine getirilip getirilmediğini ve en önemlisi, ortaya çıkan zararın önlenebilir bir hata mı (malpraktis) yoksa kaçınılmaz bir risk mi (komplikasyon) olduğunu titizlikle inceler. Bu değerlendirme, yüksek mahkeme kararlarıyla şekillenmiş belirli kriterlere dayanır.

Yanlış Teşhis ve Organizasyon Kusuru

İdarenin sorumluluğu, çoğu zaman hekimin bireysel kusurunun ötesine geçerek "organizasyon kusuru" kavramında somutlaşır. Organizasyon kusuru; hastanenin personel yetersizliği, tıbbi donanım eksikliği, hekimler arası konsültasyon (görüş alışverişi) mekanizmalarının işletilmemesi, acil müdahale birimlerinin yetersizliği veya hastane içi işleyişteki aksaklıklar gibi sistemik sorunları ifade eder. Yanlış veya gecikmiş bir teşhis, tek başına hekimin dikkatsizliğinden değil, bu tür yapısal eksikliklerden de kaynaklanabilir.

Bu noktada, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) belirlediği standartlar, iç hukukumuz için de yol göstericidir. AİHM'nin Mehmet Şentürk ve Bekir Şentürk/TÜRKİYE Davası (Başvuru No: 13423/09) kararında vurgulandığı üzere, devletin yalnızca sağlık hizmeti sunması yeterli değildir; bu hizmeti kişilerin yaşam hakkını koruyacak etkin bir şekilde organize etme pozitif yükümlülüğü de vardır. AİHM, sağlık hizmetlerindeki "bariz fonksiyon bozuklukları" ve bir dizi tıbbi ihmali, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 2. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının ihlali olarak nitelendirmiştir. Bu karar, organizasyon kusurunun sadece bir tazminat nedeni değil, aynı zamanda temel bir hak ihlali olduğunu ortaya koymaktadır.

İdarenin bu geniş sorumluluğu, sadece devlete ait sağlık kurumlarıyla sınırlı değildir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun K.2015/1339 sayılı emsal kararı, vakıf üniversitelerinin dahi "kamu tüzel kişiliğine" sahip olduğunu ve bu kurumların hastanelerinde meydana gelen tıbbi uygulama hatalarından kaynaklanan davaların da idari yargının görev alanına girdiğini kesinleştirmiştir. Bu durum, kamu hizmeti niteliği taşıyan sağlık hizmeti sunan tüm kurumların, benzer organizasyonel sorumluluk standartlarına tabi olduğunu göstermektedir.

Aydınlatılmış Onam Yükümlülüğünün İhlali

Tıbbi müdahalenin hukuka uygun sayılabilmesinin en temel şartlarından biri, hastanın usulüne uygun şekilde bilgilendirilerek rızasının alınmasıdır. Buna "aydınlatılmış onam" denir. Bu, hastaya sadece yapılacak işlemi yüzeysel olarak anlatıp bir form imzalatmak değildir. Aydınlatma yükümlülüğü;

  • Hastalığın tanısı,
  • Planlanan tedavinin niteliği ve başarı şansı,
  • Tedavinin riskleri ve olası komplikasyonları,
  • Alternatif tedavi yöntemleri ve bu yöntemlerin riskleri,
  • Tedaviyi reddetmesi durumunda ortaya çıkabilecek sonuçlar

gibi tüm detayları kapsamalıdır. En önemlisi, bu aydınlatmanın yapıldığını ve hastanın rızasının alındığını ispat etme yükümlülüğü hekime ve idareye aittir.

Danıştay, bu yükümlülüğün ihlalini doğrudan tazminat sebebi saymaktadır. Örneğin, Danıştay 15. Dairesi'nin E:2013/11061, K:2014/2456 sayılı kararında, gebelik takibi sırasında Down Sendromu riskini tespit edebilecek olan amniosentez testi hakkında ailenin yeterince bilgilendirilmediği bir olayda, ailenin gebeliği sonlandırma hakkını kullanma imkanının elinden alındığına hükmedilmiştir. Mahkeme, bu aydınlatma eksikliğini bir hizmet kusuru olarak kabul ederek idarenin manevi tazminat ödemesine karar vermiştir.

Malpraktis ve Komplikasyon Ayrımı

Yargılamalardaki en hassas ve kritik ayrım, ortaya çıkan zararlı sonucun malpraktis mi yoksa komplikasyon mu olduğunun tespitidir.

  • Malpraktis: Hekimin veya sağlık personelinin bilgisizlik, deneyimsizlik, ihmal veya özensizlik gibi nedenlerle tıp biliminin standartlarından sapması sonucu ortaya çıkan, öngörülebilir ve önlenebilir zarardır. Hukuki sorumluluğun temelini oluşturur.
  • Komplikasyon: Tıbbın tüm kurallarına ve standartlarına uygun davranılmasına rağmen, müdahalenin doğasında var olan ve öngörülse dahi her zaman engellenemeyen, istenmeyen zararlı sonuçlardır.

Kural olarak hekim, usulüne uygun bir müdahale sonrası gelişen komplikasyonlardan sorumlu tutulmaz. Ancak bu kuralın bir istisnası ve ön şartı vardır: hasta, bu komplikasyon riski hakkında önceden aydınlatılmış olmalıdır.

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi'nin K. 2018/7615 sayılı kararında bu ilke net bir şekilde ortaya konulmuştur. Guatr ameliyatı sonrası ses tellerinde hasar oluşan bir hastanın davasında, bu durumun bilinen bir komplikasyon olduğu savunulsa dahi, Yargıtay, davalı hekimin ve hastanenin bu özel risk hakkında hastayı bilgilendirdiğini ve "aydınlatılmış onam" aldığını ispatlayamadığına dikkat çekmiştir. Aydınlatma yükümlülüğü yerine getirilmediğinde, ortaya çıkan sonuç bir komplikasyon dahi olsa, müdahalenin kendisi hukuka aykırı hale gelir ve idarenin tazminat sorumluluğu doğar. Dolayısıyla, aydınlatma eksikliği, komplikasyon savunmasını etkisiz kılabilen en önemli unsurdur. Mahkemeler, bu ayrımı yapabilmek için dosyadaki tıbbi kanıtları ve özellikle uzman bilirkişi raporlarını detaylı bir şekilde inceler.

Davalarda İspat Yükü, Bilirkişi Raporları ve Cezai Sorumluluk

Devlet hastanelerine karşı açılan malpraktis davalarında, idarenin hizmet kusurunu ortaya koymak ve uğranılan zararı ispatlamak davacının temel yükümlülüğüdür. Ancak bu süreç, teknik ve hukuki pek çok detayı barındırır. Davanın seyrini ve sonucunu doğrudan etkileyen en önemli unsurların başında, tıbbi hatanın varlığını bilimsel olarak ortaya koyan bilirkişi raporları ve hekimin eyleminin olası cezai sonuçları gelir.

Bilirkişi Raporlarının Niteliği ve Önemi

Tıbbi uygulama hatası davaları, doğası gereği hukuki bilginin yanı sıra ileri düzeyde tıp bilgisi gerektirir. Hakimler, hukuk nosyonuna sahip olsalar da tıbbi bir eylemin standartlara uygun olup olmadığını, yapılan müdahalenin bir hata mı yoksa kaçınılmaz bir komplikasyon mu olduğunu tek başlarına değerlendiremezler. Bu noktada, davanın adeta kaderini belirleyen bilirkişi raporları devreye girer. Ancak mahkemenin hükme esas alacağı bir bilirkişi raporunun belirli nitelikleri taşıması zorunludur.

Yüksek yargı kararlarında istikrarlı bir şekilde vurgulandığı üzere, bilirkişi raporları;

  • Gerekçeli ve Ayrıntılı Olmalıdır: Rapor, sadece bir sonuç bildirmemeli, bu sonuca nasıl ulaşıldığını bilimsel verilerle, somut olayın özellikleriyle ve tıp literatürüyle ilişkilendirerek adım adım açıklamalıdır.
  • Denetime Elverişli Olmalıdır: Rapordaki tespitler ve varılan sonuçlar, hem tarafların hem de üst mahkemelerin denetimine olanak tanıyacak kadar açık ve anlaşılır olmalıdır.
  • Uzman Bir Heyet Tarafından Hazırlanmalıdır: Raporu hazırlayan heyet, uyuşmazlık konusu tıbbi alanın uzmanlarından oluşmalıdır.

Danıştay 15. Dairesi'nin 2015/1398 K. sayılı kararı, yetersiz bir rapora dayanılarak hüküm kurulamayacağının altını çizer. Anılan kararda Danıştay, heyet oluşumunun usule aykırı olduğu ve raporda idarenin "organizasyon kusuru" gibi önemli iddiaların yeterince irdelenmediği gerekçesiyle Adli Tıp Kurumu raporunu yetersiz bulmuş ve yeni bir rapor alınmasına hükmetmiştir. Benzer şekilde, Yargıtay 13. Hukuk Dairesi'nin 2015/8358 K. sayılı kararı da, bir anestezi komplikasyonu davasında, Adli Tıp Kurumu raporunun, operasyon öncesi alerji testi yapılıp yapılmadığı veya acil müdahale için gerekli ekipmanların varlığı gibi kritik konuları incelemediği için yetersiz olduğuna karar vermiştir. Bu karar, mahkemelerin bilirkişi raporlarını körü körüne kabul etmediğini, aksine onları titiz bir denetimden geçirdiğini göstermektedir.

Bilirkişi raporlarının çelişkili veya yetersiz olması durumunda, 2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Kanunu'nun 15. maddesi uyarınca, Adli Tıp Kurumu Genel Kurulu'ndan, konunun uzmanlarının da katılımıyla daha kapsamlı ve nihai bir rapor alınması talep edilebilir. Bu, adil yargılanma hakkının ve gerçeğe ulaşma ilkesinin bir gereğidir.

Tıbbi Hatanın Cezai Boyutu

Devlet hastanesindeki bir tıbbi uygulama hatası, hastanın zararını tazmin etmeyi amaçlayan bir hukuk davasının (tam yargı davası) yanı sıra, eylemi gerçekleştiren sağlık personeli hakkında bir ceza soruşturması ve davasını da gündeme getirebilir. Tazminat davası idareye karşı açılırken, ceza davası doğrudan eylemi gerçekleştiren kamu görevlisine (doktora, hemşireye vb.) karşı yürütülür.

Tıbbi hataların cezai karşılığı, genellikle eylemin sonucuna göre iki temel suç tipi üzerinden değerlendirilir:

  1. Taksirle Öldürme veya Yaralama (TCK m. 85, m. 89): Hekimin, mesleğinin gerektirdiği dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranarak öngörülebilir bir neticeyi öngörmemesi ve bu ihmali davranışı sonucunda hastanın ölmesi veya yaralanması durumunda bu suçlar oluşur. Bu suçun oluşabilmesi için hekimin kusurlu eylemi ile ortaya çıkan zarar (ölüm veya yaralanma) arasında kesin bir nedensellik (illiyet) bağı bulunmalıdır.

  2. Görevi İhmal (TCK m. 257/2): Bazen hekimin eylemi ile zarar arasında doğrudan bir nedensellik bağı kurulamayabilir. Ancak hekim, mevzuatın kendisine yüklediği bir görevi (örneğin hastayı müşahede altında tutma, gerekli tetkikleri yapma, stabilizasyon sağlama) yerine getirmekte ihmal göstermişse, bu durum görevi ihmal suçunu oluşturabilir.

Bu iki suç tipi arasındaki ayrımı net bir şekilde ortaya koyan Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun 2017/278 K. sayılı kararı oldukça aydınlatıcıdır. Karara konu olayda, acil servise getirilen hasta, durumu dengelenmeden (stabilizasyon sağlanmadan) erken taburcu edilmiş ve kısa bir süre sonra vefat etmiştir. Yargıtay, hekimin erken taburcu etme eylemi ile ölüm neticesi arasında kesin bir nedensellik bağı kurulamadığı için "taksirle ölüme neden olma" suçundan ceza verilemeyeceğine hükmetmiştir. Ancak, hastayı stabilizasyonu sağlanana kadar gözlem altında tutma görevini yerine getirmeyerek TCK m. 257/2 kapsamında "görevi ihmal" suçunu işlediğine karar vermiştir. Bu karar, her tıbbi hatanın doğrudan taksirle yaralama/öldürme suçunu oluşturmayabileceğini, ancak yine de cezai bir sorumluluk doğurabileceğini göstermesi bakımından kritiktir.


Sonuç olarak, devlet hastanesinde yaşanan bir malpraktis iddiası, çok yönlü ve karmaşık bir hukuki süreci beraberinde getirir. Bu süreç, Anayasa ve İdari Yargılama Usulü Kanunu çerçevesinde, doğru hasma (idareye) karşı, doğru yargı kolunda (idari yargıda) ve kanuni süreler içinde başlatılmalıdır. Davanın başarısı, idarenin hizmet kusurunun, özellikle de tıp biliminin gereklerine uygun, denetime elverişli ve uzman bilirkişi raporlarıyla şüpheye yer bırakmayacak şekilde ispatlanmasına bağlıdır. Aynı zamanda, hukuki sürecin tazminat boyutunun yanı sıra, ilgili sağlık personelinin cezai sorumluluğunu da içerebileceği unutulmamalıdır. Hak kayıplarının önlenmesi ve sürecin doğru yönetilmesi için bu alanda uzman bir avukattan hukuki destek almak, hastaların ve yakınlarının en temel hakkıdır.

Yazar Görseli
Müellif

Av. Ali Haydar GÜLEÇ

Güleç Hukuk Bürosu'nda 9 yıldır yöneticilik ve avukatlık yapmaktadır.